Sherlock Holmes

Gönderen CineMarine on 07:05 yorum (0)




Holmes, tam da çağının kahramanı. Bunu hem varolduğu kurgusal dünya, hem de yaratıldığı dönem itibariyle söylemek mümkün. Açılır kapanır köprüler gibi karmaşık teknolojilerde imparatorluğun boy gösterisine soyunduğu 19. yüzyıl sonları. Sıradan insanın aklına ermediği bu mimari harikalar bile halkın korkması için yeterli. Buna rağmen birileri çıkıp onların cehaletinden beslenmek, onları daha da korkutmak ve üzerlerinde tam bir kontrol sağlamak istiyor. Mantık azalırken, suç azalıyor, ya da tam tersi. Mantık adamı Holmes'un araya girdiği nokta da tam burası. En doğaüstü görünen şeyleri mantıklı biçimde açıklama hırsı, suçla mücadele çabasına, hatta dünyayı kurtarma çabasına bile ağır basıyor. Çelişkiye bakın ki, Holmes'un dünyasını hem büyülü kılan hem de zedeleyen şey de işte bu mantık saplantısı.

Yazıldığı dönemde edebiyata ağırlığını koyan gerçekçilik eğilimlerini 21.yüzyıl'da çekilmiş bir uyarlamasında hala sırtında taşıyor Holmes.Pek fiyakalı çalımlar atarak zekasına meydan okuyan baş kötü Lord Blackwood'un onca gayreti de, beklendiği üzere, onu şarlatana dönüştürerek noktalanıyor. Mark Strong'un mükemmel bir kibir ve güçle hayat verdiği Blackwood'u Dracula'ya benzetmek için dahi olmak gerekmiyor. Üst dudağından garip bir sivri diş çıkıntı yapıyor. Vücuduna cuk oturan, sert hatlara sahip koyu renk ve dil yakalı kıyafetler giyiyor. En önemlisi de, meşum anlarda ortaya çıkmadan önce, bir yarasa da değil de, bir karga görünüyor. Mezarından kalkması da asıl düğüm noktası tabii.Holmes masallarını iyi bilenlerin mantıklı açıklamasını çoktan bildiği bu düğüm noktasının en sona, hemde en görkemli sahneye saklanması biraz naifçe sayılabilir.

Blackwood,''Ölüm sadece başlangıçtır.'' diyor. Bunu demiyorsa, rakiplerini tehdit ederken öyle sözler sarf ediyor ki, kanınız donuyor. Ya da bir mezarlık bekçisi çıkıp ''Ölüler yürümeye başladığında, bu tabutlar canlılarla dolacak.''buyuruyor. Bir Holmes uyarlaması için, mükemmel replikler bunlar.

Robert Downey Jr., bir zamanlar sadece Tim Curry'nin sahip olduğu bir aurayla Holmes'a hayat veriyor. Soğuk, itici, tekinsiz, duygusuz ama diğer yandan da karşı konulmaz bir çekiciliği var. Arthur Conan Doyle'un tam da kitabında tanımladığı portre bu. Bir an bu karaktere büyü bile yaptırarak ihanet eder gibi görünüyorlar, ama ayrıntılara lütfen dikkat! Holmes büyüye bile sadece büyünün hurafe olduğunu kanıtlamak için başvuruyor. Ulaştığı aydınlanma, yaptığı ayinin bir sonucu değil, sürekli çalışan zihninin ipuçlarını biraraya getirmesinden kaynaklanıyor.



İki saatlik seyrin en keyifli yanlarından biri ise Holmes'un tümdengelim
yeteneklerinin yönetmen Guy Ritchie'nin sinemadaki tümdengelim marifetlerine ne kadar da cuk oturduğunu fark etmek.Biliyorsunuz, Guy Ritchie de hikayelerini anlatırken gözden kaçan ayrıntılara döner, makarayı bir ileri bir geri sararak akıl almaz bir entrikayı fevkalade inandırıcı bir sonuca bağlar. Burada da leziz kurgu yeteneğini Holmes'un düşünce akışına uyduruyor. Hatta Holmes gibi bir zekanın nasıl mantık yürüttüğünü analize bile kalkışıyor. Çıplak elle kıyasıya dövüşürken bile bir adamın düşünebildiğini iki müthiş dövüş sahnesiyle aktarıyor ki, dövüş sanatının her zaman bir akıl işi olduğunu felsefe edinmiş Bruce Lee bu sahneleri görseydi, muhtemelen takdir ederdi. Zaten Richie de tıpkı Lee filmlerinde onun hızını yakalayamayan kameraların yavaşlatılması gibi, Holmes'un olağanüstü çevik hareketlerini yakalamak için kusursuz ağır çekim tekniğine başvuruyor. Sadece aksiyon sahnelerinde değil, Holmes'un attığı adımlarda hiçbir boşluk bırakmak istemiyor. Bu yüzden de pek sıkıcı olabilecek bir ''akşam yemeğinde tanışma faslı'' sahnesini bile, Holmes'un karakterini ve benzersiz yeteneğini deşifre eden bir rus ruletine dönüştürüyor.

Hazır ruslardan da laf açılmışken, filmin 1920'lerin sonlarında tüm mitolojik hikayelerin aslında sadece hep aynı 7 karakteri ve 31 basamaktan oluşan hep aynı olay örgüsünü izlediğini ortaya atan Rus akademisyen, masalbilimci Vladimir Propp'u film boyunca anımsamamak imkansız. En azından masalbilimi teorisinin uygulamasında Ritchie kusursuz bir iş ortaya koyuyor. Eğer ''Aksiyon filmleri hep aynı 3 finalden birini içerir.'' teorisi gibi bir şey uyduracak olursak, yine bakmamız gereken yer de burası galiba. Klişenin ne zaman klişeden ibaret kaldığı, ne zaman keyifli bir geleneğin tekrarına dönüştüğünün cevabıysa, filmin genelinde saklı.

Notum:9/10

Ejder Kapanı

Gönderen CineMarine on 15:31 yorum (0)

Söz konusu Uğur Yücel olduğunda, beklentilerde yüksek oluyor tabii haliyle. Az ama öz düsturuyla hareket eden yönetmen-oyuncu, şu ana kadar çektiği 2 filmde de her açıdan belli bir başarı yakaladı. Durum böyle olunca, herkes Ejder Kapanı'nın mükemmel bir film olacağını düşünüyor. Tabii iddialı posteri, bıyıklı ve şiveli Kenan'ı ile Psikopat Nejat'ın da bunda payı büyük.
Neyse, daha önce Ejder Kapanı hakkında birkaç tahminde bulunmuştum. Filmi izledikten sonra, tüm beklentilerimin doğru çıktığını gördüm. Filmi izlemeye girerken bol patlamalı aksiyon sahneleri, çok yenilikçi bir senaryo beklemeyin. Filme Türk Sineması'nın geldiği nokta penceresinden bakarsanız ve beklentilerinizi düşük tutarsanız, Hollywood filmi olsa beğenmeyeceğiniz filmden çok büyük keyif alırsınız. Bu tarz filmlere yaklaşırken, biraz iyimser olabilmek gerek. Hollywood filmi gibi yaklaşmayın olaya. Daha çok, İstanbul sokaklarında geçen bir polisiye film olarak bakın.




Görsel efektleri için ayrı bir parantez açmak istiyorum. Görsel açıdan Türk sinemasındaki en iyi yapım diyebilirim rahatlıkla. Aksiyon sahneleri beklediğim kadar çok olmasa da kaliteliydi.
Son olarak diyeceğim odur ki, Uğur Yücel önceki filmlerinden kazandığı tecrübe ile Alacakaranlık serisindeki başarısını harmanlayarak, senaryo açıdan basit ancak kaliteli, Kurgu açısından sığ olan filme resmen can katmış. Oyunculuklarında payı büyük tabii. Sinemada izlenilmesi gereken bir film olarak düşünüyorum ben. Notumu da 8/10 veriyorum.

Kültür Savaşı

Gönderen CineMarine on 07:32 yorum (1)


Hep izlemek istememe rağmen, bir türlü izleyemediğim Babil'i sonunda bugün izledim. Bu sabah kahvaltı sırasında, uzun zamandır evde film izlemediğimi hatırlayarak arşivime, film seçmeye gittim. Babil, 1,5 senedir arşivimdeki yerinde duruyordu; ancak bir türlü izleyememiştim. Sebebini bilmiyorum ama, o zamanlar pekte ilgimi çekmiyordu sanırım bu tür. Neyse, hep aynı filmleri izlemekten bıktığım için aldım Babil'i, başladım izlemeye.

Kelebek Etkisi'ni en güzel işleyen filmlerden birisi bana göre Babil. Tek bir kurşunla birçok hayatın nasıl parçalandığını, hepimize bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Ergenlik çağı bunalımlarıyla hayatı bir hapise dönen Japon kızın hayat hikayesi ise, filmde benim en çok ilgimi çeken ve en çok üzen hikayeydi.

Filmi izledikten sonra, üzerinizde büyük bir ağırlık hissediyorsunuz. Belki de orada olan hayatlara dokunamadığınız için, onlara müdahale edemediğiniz için, bilmiyorum ama cidden kendisi bir garip hissediyorsunuz. Bunda oyunculuklarında payı büyük.

Brad Pitt, en güzel oyunculuk performanslarından birisini bu filmde göstermiş kesinlikle. Cate Blanchett biraz sönük kalmasına rağmen, kendisinden bekleneni veriyor. Kendi ülkelerinde epey ünlü olan Kôji Yakusho ve Gael García Bernal'in oyunculukları da çok kaliteli. Bakıcı kadın ile Japon kız ise(İsimlerini bilmiyorum, kusura bakmayın.) resmen döktürmüş.

Sonuç olarak, Cannes'da aldığı ödülü fazlasıyla hakeden bir film Babel. Alejandro González Iñárritu'nun da 21 Gram'dan sonraki en iyi filmi. Kesinlikle izleyin, izletim. Filme notumu da 9/10 olarak veriyorum.

Tarantino...

Gönderen CineMarine on 16:22 yorum (1)



En sevdiğim yönetmenlerin başında gelir Tarantino... Rezervuar Köpekleri, Ucuz Roman ile gönlümde özel bir yer edinmiş yönetmen, son filmi Soysuzlar Çetesi'yle gönlümde taht kurdu.
Yazdığı senaryoların mükemmelliği, filmlerinin kurgusu falan hep ayrı bir şeyler var bu yönetmende. Her filmiyle tam bir sinema aşığı olduğunu vurguluyor adeta. Soysuzlar Çetesi gibi referans filmleri çekerek kanıtlıyor bunu.
İlk filmiyle Cannes'da yakaladığı başarı, onu uluslararası bir alana taşıdı. Ancak her ne kadar bir filmin yönetmeni olarak anılmak istemese de, Ucuz Roman'ın yönetmeni lafı üzerine yapıştı hep. Her filminde bunu kırmaya çalışmasına rağmen, hep Ucuz Roman ile karşılaştırıldı. Ve hep Ucuz Roman daha iyi görüldü.
Bana sorarsanız, Soysuzlar Çetesi Tarantino sinemasının doruğa ulaştığı filmdir. İzlediğimde koltuğuma yapıştığım nadir filmlerdendir. Oyunculaklar da şahane. Brad Pitt'in aksanlı konuşması, Christopher Waltz'ın mükemmel oyunculuğu ile yan rollerin mükemmelliği, filmin seyir zevkini katlanarak artırıyor. Tarantino'nun başarısını da tabii.
Bir filmi izlemek için, Tarantino sözünün geçmesi yeterlidir benim için. Eli Roth filmlerini izlememe de hep o isim sebep olmuştur zaten. Kendisi Efsane yönetmendir, adını altın harflerle sinema tarihine yazdırmış ve sinemada birçok şeyi değiştirmiştir. Tarantino'nun iyi yapımlarını izlemek dileğiyle!

Seni sevmek ibadetim!

Gönderen CineMarine on 13:09 yorum (0)

Sinema dışında, pek gönderi paylaşmak istemememe rağmen, bu ahenki, bu güzelliği paylaşmadan edemezdim. Beşiktaşımın mabedi, kışın bir ayrı güzel be abicim.





Captain, Captain Jack Sparrow...

Gönderen CineMarine on 08:55 yorum (1)



"You will always remember this as the day that you almost caught Captain Jack Sparrow!"


En sevdiğim oyuncunun en sevdiğim performansı:Kaptan Jack Sparrow. Yakışıklı oyuncunun Oscar'a ilk adaylığını sağlayan filmdeki performansı harika. Nereden başlasam bilmiyorum. O garip hareketlerinden mi, yarattığı nev-i şahsına münhasır karakterinden mi, yoksa mükemmel aksanından mı?

İlk Karayip Korsanları çıktığında, sinemayla çok içli dışlı değildim. Zaman zaman gider, filmi izler, eğlenir, unutur giderdim. Bu filme de eğlenmek amacıyla gitmiştim. Ancak benim gibi biri için bile, Johnny Depp'in oyunculuk performansı hemen belli oluyordu. Oscar'da Seann Penn'e bu ödülü kaptıran Johnny Depp, izleyicilerin gönlünde oscar'ı kazanmıştı zaten.

İlk filmdeki Kaptan Jack Sparrow performansı, tüm diğer karakterlerden birkaç gömlek üstündü. Filmdeki birçok espri de bu karakter üzerinden yapılıyordu zaten. Jack Sparrow'un adadan kaçış hikayesi, kızlarla geçmişte yaşadığı olaylar falan oldukça yerinde ve güzel esprilerdi. Film bu kadar tutunca devamı da geldi.

Vay be, o günü hiç unutmuyorum. Çok sevdiğim ilk filmden sonra, ikinci filmi 50 gün boyunca sabırsızlıkla beklemiştim. Gün sayıyordum artık. Bileti alıp filmi izleyince, ilk filmden çok daha iyi bir film izlemiştim. Saf eğlence değildi bu sefer, ayakları yere sağlam basan bir de senaryosu vardı. Hele Jack Sparrow. İlk filmden çok daha hınzırdı bu filmde. Davy Jones ile yaptığı atışmalar, konuşma sahneleri, Kraken ile olan yüzleşmesi falan. Mükemmeldi. Büyülenmiştim resmen.



"Ladies! Will you please shut it! Listen to me. Yes, I lied to you. No, I don't love you. Of course it makes you look fat. I've never been to Brussels. It is pronounced "egregious". By the way, no, I've never actually met Pizarro but I love his pies. And all of this pales into utter insignificance in light of the fact that my ship is once again gone. Savvy?"


Çok büyük umutlarla beklediğim 3. film beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı belki, ancak yinede eğlenceli bir 2,5 saat geçirmiştim. Hem de daha fazla Jack Sparrow ve daha çok seyir zevki almıştım bu filmde.

Sinema Dünyası'nda en sevdiğim ilk 3 karakterden birisidir Jack Sparrow. Johnny Depp'e de bu rolüyle oscar'ı vermeyen Akademi'ye karşı da bende büyük bir kızgınlık sağlamıştır ayrıca. Sweeney Todd ile de oscarı Johnny Depp'e vermeyen Akademi, tekrar mükemmel bir karakter profili çizdiği şimdiden belli olan Alice in Wonderland filmindeki Çılgın Şapkacı rolüyle ona gecikmiş ödülünü vereceğini düşünüyorum. Umarım haklı çıkarım da, Johnny Depp sonunda hakettiğini başarır. Dördüncü Karayip Korsanları'nı şimdiden merakla bekliyorum!

Robin Hood(2010)

Gönderen CineMarine on 04:39 yorum (0)



Sinemada izlenilecekler listeme eklediğim film ''Robin Hood'', 14 Mayıs 2010'da vizyonda! Çocukken ne okurdum bunun kitaplarını be! Küçük boy, büyük boy dinlemez, birçok versiyonunu okumuştum. Her okuduğumda, ''ulan bu kitabında filmi harbiden güzel olur.'' diye düşünmeden edemezdim. 300 spartalı gibi vahşi bir filmin hayalini kurardım hep. Kolların, bacakların, kemiklerin havada uçuştuğu.

Efendim, filmin yönetmeni Gladiator'den tanıdığımız Ridley Scott. Bunun dışında Blade Runner, Hannibal, Kara Şahin Düştü, Cennetin Krallığı, Amerikan Gangsteri, Yalanlar Üstüne gibi çok kaliteli filmlerin de yönetmenidir kendisi. Oyuncu olarak da yanına Gladyatör'de Gladyatör'ü canlandıran Russel Crowe'u almış. Esas Kız olarak da oscar ödüllü ve birçok kaliteli filmde güzel rol kesmiş Cate Blanchett'i almış. Kendisini en son Benjamin Button'da Daisy rolüyle izlemiştik. Yan rollerde ise irili ufaklı rollerle William Hurt, Mark Strong, Oscar Isaac, Scott Grimes, Alan Doyle, Danny Huston ve Max Von Sydow var.



Filmin konusu şöyle:

13. yüzyıl İngiltere’sinde Robin Hood ve arkadaşları, yaşadıkları köydeki yozlaşmanın karşısına dikilmiş, krala karşı isyana kalkışarak güçler dengesini sonsuza kadar değiştirmişlerdi. Kimilerince hırsız, kimilerince kahraman olarak nitelenen bu mütevazi adam, kendi halkının özgürlük sembolü oldu. Kral Richard’ın ordusunda Fransızlara karşı hizmet verirken sadece kendi çıkarlarını düşünen Robin, Nottingham’a gittiğinde despot ruhlu şerifin baskısı ve ağır vergilerle inim inim inleyen bir kasabayla karşılaşır. Orada Lady Marion adlı dul bir kadına aşık olur. Ancak Lady Marion’ın, ormanlardan gelen bu adamın hareketleri ve kimliğiyle ilgili bazı kuşkuları vardır. Sevdiği kadının kalbini kazanmak ve kasabayı kurtarmak isteyen Robin, kendi yaşam tarzına uygun insanlardan bir çete kurar. Şerifin adaletsizliğini yok etmek için üst sınıftan işbirlikçileri teker teker avlamaya başlarlar. Robin ve adamları, hayatlarının en büyük macerasına yelken açarlar. Bu sıradışı kahramanlar ve müttefikleri, ülkeyi kanlı bir iç savaşın içine düşmekten kurtarıp İngiltere’ye bir kez daha zaferle döneceklerdir.

Bağımsız Sinema

Gönderen CineMarine on 12:49 yorum (0)

“Bağımsız Sinema” kavramı, ortaya çıkageldiğinden beri değişik tanımlarla anıldı. Tabiri yerindeyse her kafadan bir ses çıktı. Hollywood karşıtlığından doğmuştur, politik olmalıdır, az bütçeyle çekilmelidir…vs. gibi bir çok misyon ve vizyon yüklenmeye çalışıldı.

Elimden geldiğince bağımsız sinema üzerine film seyrettim, bu konu hakkında yaklaşık 7 kitap okudum, büyük bağımsız sinema örneklerini, Darren Aronofsky, Bahman Ghobadi gibi yönetmenlerin filmlerini izledim. Arkada kalmış olan bağımsız filmlere de elimden geldiğince göz atmaya çalıştım. ''Her kısa film, kendi ayakları üzerinde durduğu için, her biri bağımsız sinema örneğidir.'' mantığıyla birçok kısa film izledim. Ve Bağımsız sinema hakkında 3 parçalık bir derleme oluşturmaya karar verdim. Bu 3 parçanın ilki olan bu yazıda, bağımsız sinema'nın tarifini yapmaya çalışacağım ve bazı örnekler vereceğim. Diğerlerinde ise, bağımsız sinema örneklerinden ve bu türün önderlerinden bahsetmeye çalışacağım.

Bağımsız Sinema hakkında hiçbir şey bilmeyen birisiydim. Gördüğüm filmlerin bağımsız olup olmadığını rahatlıkla anlayabiliyordum, ancak ne bu türün önemini biliyordum, ne de tam olarak kavramını. Bu kadar araştırmadan ve bu kadar izlenen filmden sonra, bağımsız sinema hakkında bazı net çıkarımlara ulaştım.

Bana göre en temel tanımıyla “Bağımsız Sinema”, yönetmen, senarist veya oyuncuların; yapımcı şirket ve/veya herhangi bir dış etkenin yaptırımlarına maruz kalmadığı, ekonomik açıdan var olan dünya sinema endüstri çarkının dışında kalabilmeyi başarmış, içerik ve bütçe açısından bağımsız olan filmleri genelleyen bir kavramdır.

Dilerseniz, kafanız karışmasın diye konuyu birkaç örnekle açıklayayım:

Zamani Barayé Masti Asbha (Sarhoş Atlar Zamanı)

Bahman Ghobadi, Sarhoş Atlar Zamanı filminin çekimleri sırasında yapımcısının vaad ettiği parayı yatırmaması sonucu filmi tamamlamakta zorlanır. Yarı yolda bırakılan yönetmen bazı eşyalarını satmak köydeki herkesten borç istemek zorunda kalır ve filmi ancak bu şekilde bitirir.



Clerks(Tezgahtarlar

Kevin Smith, Clerks filmini çekebilmek için çok sevdiği “Spider Man” koleksiyonunu satar, kendi adına 10 tane kredi kartı çıkartır ve çalıştığı yerde aldığı maaşları biriktirir. 27,500$’lık bütçeyle çekilen filmin mekanı olarak ise Kevin Smith’in çalıştığı yer olan Quick Stop kullanılır. Patronunun ancak geceleri çekim yapmaya izin vermesinden ötürü, gece-gündüz anlaşılmasın diye film siyah-beyaz formatta çekilir.



Bu kadar borç altına girerek çekilen “Clerks” Kevin Smith’i hayal kırıklığına uğratmamış, mütevazi bir hayran kitlesi oluşturmuştu. Hatta filmden elde ettiği gelirle “Spider Man” koleksiyonunu bile geri almış, ama yine de şunu söylemeden edememişti: “Aslında bu şekilde film çekmek bizim çok da önerdiğimiz bir yöntem değildir. Eğer filminiz başarıya ulaşmazsa, hayatınızın geri kalanı boyunca kendinizi ciddi bir borç altına sokabilirsiniz. Fakat diğer yandan biz “kendi filmimizi” çekebilmek için buna göz yumduk. Siz de senaryonuzun aynı şekilde su geçirmez olduğundan emin olmalısınız ”

Pi

Yönetmen Darren Aronofsky, filmin çekimlerine başladıktan sonra filmi bitirmek için yeterli miktarda bütçelerinin olmadığını farkeder. Daha sonra ortak yapımcısı Scott Franklin ona ilginç bir öneride bulunur: “Tanıdığı herkesten 100$ istemek” Aronofsky’nin aklına yatan bu fikir kısa zamanda meyvesini verir ve filmi tamamalamak için gerekli olan 60,000$ toplanır ve Pi’nin çekimleri tamamlanır.



Araştırmam sırasında, ilgimi en çok çeken film Pi oldu. Yönetmeni, Requem For a Dream ile tanımış, daha sonra Pi'yi izlemiştim. Filmdeki görsel kalite oldukça iyiydi. Ancak bu kadar zorluk çekildiğini öğrendikten sonra, insan bu filmlere daha çok önem vermeye başlıyor. Diğer yazılarımda ise bağımsız sinema örneklerinden ve bu türün önderlerinden bahsetmeye çalışacağım.

Bafta'nın da Yıldızı Avatar!

Gönderen CineMarine on 04:44 yorum (0)


Altın Küre'de En İyi Film seçilen Avatar, BAFTA ödüllerine de damgasını vuracak gibi. James Cameron'un tartışmalı filmi 8 dalda BAFTA adayı olmuş.

İngiltere'nin Oscar'ı denilen Bafta ödülleri, 22 Şubat'ta dağıtılacak. . İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi'nin bu sene seçtiği aday listesi açıklanmış. James Cameron'un Avatar filmi açık ara önde.Film başta En İyi Film ve En İyi Yönetmen olmak üzere 8 dalda aday gösterildi.

En İyi Film dalında yarışacak diğer filmler arasında Precious, Up in the Air, The Hurt Locker ve An Education yer alıyor.

Avatar'dan sonra öne çıkan diğer film ise District 9 oldu.Benim çok beğendiğim District 9, küçük bütçesiyle birçok Hollywood yapımından daha fazla iş yapmıştı. District 9'da Bafta'da 7 farklı Dalda aday gösterilmiş.

İşte, Baftanın en önemli ödül dallarındaki adaylar:

En İyi Yönetmen:

James Cameron - Avatar
Neill Blomkamp - District 9
Lone Scherfig - An Education
Kathryn Bigelow - The Hurt Locker
Quentin Tarantino - Inglorious Basterds

En İyi Senaryo:

Jon Lucas, Scott Moore - The Hangover
Mark Boal - The Hurt Locker
Quentin Tarantino - Inglorious Basterds
Coen Kardeşler - A Serious Man
Bob Peterson, Pete Docter - Up

En İyi Erkek Oyuncu:

Jeff Bridges - Crazy Heart
George Clooney - Up in the Air
Jeremy Renner - The Hurt Locker
Colin Firth - A Single Man
Andy Serkis - Sex & Drugs & Rock & Roll

En İyi Kadın Oyuncu:

Meryl Streep - Julie&Julia
Audrey Tautou - Coco Before Chanel
Saoirse Ronan - The Lovely Bones
Carey Mulligan - An Education
Gabourey Sidibe - Precious

En İyi Animasyon:

Up
Coraline
Fantastic Mr. Fox

En İyi Yabancı Film:

The White Ribbon
Let The Right One In
The Prophet
Broken Embraces
Coco Before Chanel

Oscar'ın ilk 9 adayı belli oldu!

Gönderen CineMarine on 02:37 yorum (0)


Yabancı dilde en iyi film Oscar'ı için ilk 9 aday belli oldu. Türkiye'nin adayı Güneşi Gördüm ise ilk 9'a kalamadı. Şaşırdım doğrusu, çünkü ilk 5'e kalacağına emindim.
Neyse, bu listedeki filmler, 2 Şubat'ta ikinci bir elemeden geçerek son 5 filmi oluşturacaklar. Yabancı Dilde en iyi film oscar'ı da o filmlerden birisine verilecek. Seçilen 9 filmin listesi ise aşağıda.

El Secreto De Sus Ojos (Arjantin)

Samson & Delilah (Avustralya)

The World Is Big And Salvation Lurks Around The Corner (Bulgaristan)

Un Prophete (Fransa)

The White Ribbon (Almanya)

Ajami (Israil)

Kelin (Kazakistan)

Winter In Wartime (Hollanda)

The Milk Of Sorrow (Peru)


Listedeki filmlerden izlediğim tek film ''The White Ribbon'''dı. Güzel bir filmdi, ancak Michael Haneke'nin diğer filmlerinin yanında o kadar da öne çıkan bir yapım değildi. Eğer oscar'ı kazanan o olursa, Haneke'nin en iyi filmlerinden olduğu için değil, Haneke'nin filmi olduğu için kazanacaktır.

The White Ribbon afişi

Ejder Kapanı-Birkaç izlenim-

Gönderen CineMarine on 04:39 yorum (0)

Türk sinemasına yeni bir soluk getireceğine, yapımcıların farklı tarzda filmler çekmeye başlamasına zemin hazırlayacağına inandığım Ejder Kapanı bu hafta Cuma günü vizyona giriyor.

Film hakkında kritiğimi filmi izledikten sonra yapacağım ama; film hakkında olumlu ya da olumsuz bazı görüşlerimi belirteceğim.


1-Türk sinemasında daha önce birkaç aksiyon denemesi görmüştük; ancak bunların çekim kalitesi, çatışma sahneleri vs. hep hüsrana uğratmıştı beni. Gişede de beklediğini bulamamışlardı zaten(bknz. Miras, Beyzanın Kadınları). Ama bu filmden umutluyum. Fragmanlarından buram buram kalite kokan bu filmde, bir Fransız Ekip, filmin aksiyon sahnelerini çekmiş ki bu arkadaşlar aynı zamanda Luc Besson'un ekibi.

2-Filmde, Berrak Tüzünataç ile Kenan İmirzalıoğlu'nun sevişme sahnesi var. Tüm filmde sanırım beni rahatsız edecek sahne bu olacak. Tamamiyle gereksiz olan ve gişe için yapılmış bu sahne yüzünden, filme küçük kuzenimle gitmekten vazgeçtim.

3-Görsel efektleri ve çekim kalitesi de oldukça kaliteli gibi duruyor. Son zamanlarda Türk sineması bu açıdan büyük gelişme kaydetti. Nefes gibi, Yahşi Batı gibi filmlerden sonra, bu filminde görsel efektleri oldukça kaliteli.

4-Sanırım gişede çok yüksek bir meblağ getiremeyecek. Tahminimce 1 milyon seyirci barajını aşacaktır ancak bu tarz bir filmin tekrar çekilmesini sağlayacak kadar gelir sağlayamayacaktır kuşkusuz. Bunu da engelleyen film, aynı gün vizyona giren, üzerinde hiç emek olmadığı çok belli olan ve ayrıca ''küfürle güldürmeye çalışan'' Kutsal Damacana 2:İtmen olacaktır. İlk filmi çıktığında Kabadayı ile birlikte girmiş ve Kabadayı gişede onu ezmişti. Umarım beklenenlerin aksine bu film gişede Kutsal Damacana'yı geçebilir ancak çok umutlu değilim.

Şu ana kadar yayınlanmış birkaç fragmanına bakarak söyleyebilirim ki, Türk Sinemasının Hollywoodvari çektiği çok az sayıdaki filmden biridir ve oldukça emek harcandığı belli olmaktadır. Kutsal Damacana'yı sinemada izlemek ile evde izlemek arasında pek fark yokken, bu film kesinlikle sinemada izlenmelidir. Bu hafta sinemaya gitmeyi düşünüyorsanız ve Avatar'a gittiyseniz, tercihinizi bu filmden yana kullanın.

2in1

Gönderen CineMarine on 16:41 yorum (0)

Adetimdir, zaman zaman tek gün içinde 2 film birden izlerim. Geçen gün’de Nefes ile Testere 6’yı aldım. Önce Testere’yi izledim, sonra da Nefes’i. Vallahi o günün tadı hala damağımda.

Kafama takmışım bir kere, illa bir sinema günü yapacağım. Önce gittim Tansaş’a, kolası, çikolatası, gofreti, cipsi ne bulduysam aldım. Sonra da 5 milyonluk mısır aldım. Patlattım mısırları. Oh, mis. Çektim perdeleri, başladım izlemeye.



Efendim, önce Testere’yi izlediğim için onu anlatayım. Vallahi filmden beklemediğim kadar keyif aldım. Daha önce onun hakkında bir şeyler karalamıştım, , filmi de epey sövmüştüm. Tamam, kesinlikle 1,2 kadar güzel değil ama, seriyi tamamlaması, birçok soru işaretini kaldırması, Jigsaw amcanın büyük planının açıklanması gibi nedenlerle, film bende ayrı bir yere oturdu. İzlerken filmde söveceğiniz birçok yer var, hadi lan öyle olur mu, yok ya o şekil olmaz falan filan. Hatta tuzaklarda kimin kurtulup kimin öleceğini de rahatlıkla anlıyorsunuz. Tuzaklar da diğer filmlerdeki kadar mükemmel değil. Ama anlayamadığınız sebeplerle, film size çok güzel geliyor.

Sonra efendim, Testere’yi kapattım, hava almak için balkona çıktım, bilgisayara oturdum, film hakkında yapılan yorumları okudum, kritiklere göz attım ve geri döndüm. Sırada sinemada beğenerek izlediğim, Türk Sineması açısından Son 10 yılın sinema olayı olarak baktığım Nefes vardı.



Onun hakkında uzun uzadıya yazmayacağım. Film izlerken seyir zevkini düşüren bazı olayları anlatacağım. Filmi izlerken yatarak izlemeniz kesinlikle yanlış. Benim düştüğüm bu hataya düşmeyin. O zaman filmle olan adapteniz oldukça bozuluyor. Ayrıca filmi izlerken, mümkün olduğunca az konuşan, filmin anlatmak istediği mesajları anlayan ve birazda sinemadan çakan biriyle izlemeye çalışın. Yoksa ayda yılda bir film izleyen birisiyle filmi izlediğinizde, tek yorumu’’uff, süperdi ya.’’ Oluyor.

Nefes’i izlerken, orada anlatılanları resmen yaşadım. Değişen askerleri, arkalarında bıraktıkları insanların özlemini, sevgilileriyle yaşadıkları tartışmaları ve diğer her şeyin anlamsızlığını… Nefes’i izledikten sonra diğer şeyler size daha anlamsız gelmeye başlayacak. Televizyondaki saçma dizilerden tutun da, aptalca magazin programlarına kadar… Aşk-ı Memnu’daki Behlül ile Bihter’in ne yaptığı sizin umrunuzda olmayacak artık, çünkü askerlerimizin o dağdaki fedakarlığı aklınızdan çıkmayacak. Son yılların Türk Sinemasındaki başyapıtı’dır bence Nefes. Ve belli bir süre de öyle kalacaktır.

İşte böyle bir gün geçirdim o gün. Oldukça da zevk aldım. Bir daha ne zaman yaparım tekrar böyle bir şey bilmiyorum ama, yakın zamanda tekrar yapmaya çalışacağımdan eminim…

Dinazorlar Geliyor!

Gönderen CineMarine on 16:39 yorum (0)



Kim ne derse desin, yılın en iyi animasyonu Buz Devri 3. Hatta yılın en iyi 5 filminden biri.

Seriye ikinci filmde katılan Ellie ve Eddie-Crach ikilisi filmin kalitesini ve çıtayı düşürmüştü. Ancak yeni filmin en iyi esprilerini yapanlarda yine bu karakterler.

İkinci filmde sevgili olan Manny ve Ellie bu filmde çocuk bekliyor! Manny'nin çocuk doğumuyla ilgili endişe duyduğu sahneler ise, görülmeye değer.


Filmin en büyük sürpriziyse, hayatını dinazorların arasında geçiren şahsına münhasır gelincik avcısı Buck. Filmin en garip ve eğlenceli karakteri olan Buck, hiç beklemediğiniz bir anda bile sie kahkahalar attıracak kadar iyi düşünülmüş ve yazılmış. Türkçe seslendirmesi de ayrı bir harika. Altan Erkekli gerçekten iyi iş çıkartmış.

Serinin maskotu olan Scrat ise, bu filmde aşka tutuluyor.Yemeye bir türlü kıyamadığı meşe palamudunun peşinde hayatının aşkı ''scrattie'''yi görüp görüp tutulan Scrat, hayatının seçimini yapmak zorunda kalıyor. Ya tutkunu olduğu meşe palamudunu seçecek, ya da meşe palamudundan vazgeçip hayatının aşkı Scrattie'yle evlenecektir. Başta Scrattie'yi seçse de, sonradan meşe palamudunun arzusu daha ağır basıyor ve tekrar ona dönüyor.

Sid ve Diego ise yalnızlıktan kurtulmanın yollarını arıyor. Diego vaktini geçirmek için ava çıkarken artık ne kadar yaşlandığını ve gruba ait olmadığını düşünüyor. Sid ise bir aile kurmanın yollarını arıyor. Yolda efil efil dolaşırken, kırılan buzdan aşağı yuvarlanıyor ve 3 tane dinazor yumurtası buluyor. Aile kurmak için onları köye getirmesiyle işler bir anda karışıyor. Yumurtaların sahibi dinazor köyü basıp, yumurtadan yeni çıkmış olan bebe dinoları ve Sid'i kaçırıyor. Kahramanlarımızda Sid'i kurtarmak için oldukça zorlu bir yolculuğa çıkıyorlar.

Lafı çok uzatmışız. Neyse, film çok güzel. Filmi çocuklar kadar yetişkinler de beğenecektir. Oturup ailecek izleyeceğiniz bir film istiyorsanız, Buz Devri ideal bir film. Zaten DVD'si de şu anda piyasada, rahatlıkla bulabilirsiniz.

Not:Filmin seslendirme ekibi müthiş iş çıkarmış. Filmi kesinlikle Türkçe izleyin.

Soysuzlar Çetesi

Gönderen CineMarine on 16:36 yorum (0)

Quentin Tarantino'nun Ucuz Roman'ı Cannes Film Festivali'nde gösterildiğinde, onu büyük bir üne kavuşturdu. Ancak ilk filmi Rezervuar Köpekleri ile belli bir izleyici kitlesine sahipti zaten.

Onun son filmi Soysuzlar Çetesi de bu yıl vizyona girdi. Girdi girmesine, ama izleyici de ikiye böldü. Bazıları filmi yerden yere vurdu, bazıları filmi göklere çıkardı. Ancak kim ne derse desin, bu film Quentin Tarantino'nun en kişisel filmi.



Her fırsatta sinemayı ne kadar çok sevdiğini dile getiren Quentin Tarantino, bu filmle adeeta ''Sinema benim herşeyim.'' diye haykırıyor. İlk filmlerinde sadece sinemaya gönderme yaparken, bu filmin ana noktası sinema. Tüm olaylar bir sinemada gelişiyor, Adolf Hitler'e suikast girişimi sinemada oluyor, tüm karakterler sinemada kesişiyor. Filmin başında babası öldürülen Shosanna Dreyfus, ''Yahudi Avcısı'' Hans Landa'dan kaçarak bir sinema sahibi oluyor.

Quentin Tarantino'nun yeni dönemde yaptığı filmleri beğenmeyenleri hiç anlayamıyorum doğrusu. Ucuz Roman'da ne yaptıysa, aynısını Ölüm Geçirmez'de de yaptı. Ancak son dönem filmleri daha çok sinefil'lere hitap ettiği için, herkes bu filmlerden haz almadı. Malum, Soysuzlar Çetesi tam bir referans sineması örneği.

The Dukes of Hazzard, I Dream of Jeannie, Charmed filmlerine yaptığı göndermeleri yalnızca iyi bir sinefil anlayabilir doğrusu. Bu yüzden son dönem filmlerinin pek beğenilmemesi doğal. Aynı zamanda, Soysuzlar Çetesi'nde Quentin Tarantino tarihe farklı bir bakış getirmiş. ''2.Dünya Savaşı'ndan 50 sezonluk malzeme çıkar.'' diyen Tarantino, tarihle istediği gibi oynamış ve tarihin akışını değiştirmiş.

Oyunculuklar çok güzel. Brad Pitt'in ve Christopher Waltz'ın oyunculuğu ise şahane. Bu filmdeki rolüyle Cannes'ta en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü kucaklayan Christpher Waltz'ın, en iyi yardımcı erkek oyuncu oskarını da kucaklayacağı belli. Diğer oyuncularda, beklenenden fazlasını veriyor.



Sonuç olarak, sinemadan biraz anlıyorum, birkaç film izlemişliğim var, türün aşinasıyım diyorsanız zevkle izleyeceğiniz bir film yapmış Quentin Tarantino. Ancak pek film izlemeyen birisiyseniz, filmi izlememeniz sizin için daha hayırlı. Çünkü oldukça fazla klostrofobik bir film yapmış Quentin Tarantino.

Pandora'ya Hoşgeldiniz

Gönderen CineMarine on 16:33 yorum (0)

James Cameron’un yapımı 2 yıl süren yeni efsane filmi Avatar’ı çıktığı gün izlemiştim. Ancak aklıma başka yazılar geldiği ve içimde film hakkında pek bir şey birikmediği için yazı yazmamıştım. Doğru anın bu an olduğunu düşünüyor ve film hakkında birkaç kelam etmek için kolları sıvıyorum.



Film hakkındaki fikirlerimden evvel, basında çıkan saçma haberlere değineceğim evvela. Çünkü basın bu film hakkında o kadar çok haber yapıyor ki, niteliğine bakmıyor bile. Mesela, geçen gün televizyonda Avatar’ın 14 yılda çekildiğini duydum. Yok öyle bir şey. Film 2 yıldan biraz daha uzun bir sürede(çekimlerin toplam gün sayısı 753) çekildi. 14 yıl meselesinin aslı ise şu: Filmin ilk düşüncesi James Cameron’un aklına ilk 14 yıl evvela düşmüş ve o zamanlar birkaç şey karalamış, ancak o zamanlardaki teknik imkansızlıklar ve Titanic gemisinin tarihini öğrenmesiyle birlikte, Titanic’i çekmiş. Peter Jackson’ın Yüzüklerin Efendisi’nde Gollum’u yaratmak için kullandığı tekniği görünce, Avatar’ın çekilebileceğine emin olmuş ve senaryoyu yazmaya başlamış.

Ayrıca filmin bütçesi hakkında da birçok yalan haber var. 400 milyon,450 milyon, 500 milyon diyenler var. Yuh! Hiçbir stüdyo, mükemmel bir senaryosu da olsa bir filme bu kadar bütçe vermez. Ancak Titanic’in hatrıyla James Cameron’a 290 milyon dolar’ı ayırmış Fox. ‘’Al bununla ne yapıyorsan yap.’’ demiş. James Cameron’unda bu parayı doğru düzgün kullandığı ortada.
Birkaç düzeltmeden sonra, film hakkında da birkaç kelam edelim. Üç boyut teknolojisinin güzel filmlerde fazlalık, kötü filmler içinde bahane olduğunu düşünen birisi olmama rağmen, bu filmin 3 boyutsuz olmayacağını filmi izleyince anladım. Filmin mükemmel bir senaryosu var en başta. Ardından da güzel oyunculuklar. Sam Worthington Terminator’deki başarısını, bu filmde dörde beşe katlarken, Sigourney Weaver da yılların getirdiği tecrübeyi güzel bir şekilde izleyiciye sunmuş.

Amerika’nın Irak’ı işgalini eleştiren filmin senaryosunda, birkaç boşluk olmasına rağmen, filmi izlerken pek de göze batmıyor. Amerika’nın Irak’a gidip masum halkı katledişini temsilen, bu filmde Dünya’lılar Pandora adlı gezegene gidiyor ve orada masum ve doğa yanlısı Na’vileri katletmeye başlıyor. Oldukça yoğun bir Amerikan eleştirisinin bulunduğu filmin bu yönünün biraz geri planda kalmış olması ise üzücü.



Filmin en ön plana çıkan kısmıysa, tabii ki de görsel efektleri. Sinemada çığır açıcı görsel efektlere sahip olan filmi izlerken, animasyon olan sahneleri gerçek zannediyorsunuz. Filmin kullandığı 3 boyut teknolojisi ise bir ayrı muhteşem. Kendinizi resmen filmin içinde hissediyorsunuz.
Ölmeden önce sinemada izlenesi elzem nadir filmlerden olan Avatar’ı kesin izleyin. Zaten 190 salonda oynuyor, yakınlarınızda rahatlıkla bulursunuz. Gidin, izleyin.

NOT: İmax’ta izlerseniz tadından yenmez. Türkiye’deki 2 imax salonu var. Birisi Ankara AnkaMall’da, diğeri de İstinye Park’ta…

Vatikan Entrikaları...

Gönderen CineMarine on 16:31 yorum (0)



Geçen gün tekrar izledim Melekler ve Şetanlar’ı. Mayıs ayından beri kaçıncı defa izledim hatırlayamıyorum bile. .. Ama filmi her izlediğinizde, farklı bir detay keşfediyor ve farklı bir bilgi öğreniyorsunuz.
Filmin çıkış noktası oldukça basit aslında. 4 kardinal(Bunların sonradan preferiti olduğunu öğreniyoruz.) ve CERN Labaratuvarlarından karşıt madde adındaki kullanım alanına göre değişen bir enerji kütlesi kaçırılmış. Bunları kaçıranın sonradan gizli bir tarikat olan ve zamanında Vatikan’ı çok uğraştırmış İlluminati olduğunu öğreniyoruz.

Aslında roman, filme uyarlanmaya pek müsait değil. Kitap sırasında hızla sayfa çevirmemizi sağlayan bilgiler ve olaylar, filmde çok sıkıcı olabiliyor.(bknz.Da Vinci şifresi)Ancak Ron Howard, filme heyecan katmak adına, konuşma sekanslarını oyuncuların koşuşturdukları sırada çekmiş ki iyi ki de öyle yapmış!
Filmde birçok bilimsel terim,ayinler ve olaylar geçiyor. Eğer tarih hakkında biraz bilginiz varsa, filmden çok keyif alırsınız.Filmi izledikten sonra ‘’adamlar yapmış, ulan helal olsun.’’ diyeceksiniz. Müzikleri ise bir şahane.Hans Zimmer yine iyi iş çıkarmış. Görsel efektleri ve set tasarımı ise bir ayrı şahane. Filme notum 10 üzerinden 9.

İki Dil Bir Davul

Gönderen CineMarine on 16:29 yorum (0)



Bugün Altın Portakal’da ‘’En iyi ilk film’’ ödülünü almış olan İki Dil Bir Davul’u izledim ve bu filmi neden daha önce izleyemediğim için kendime kızdım. Ufacık bir müzik notasının bile bulunmadığı film, Türk öğretmenin Kürt köyündeki 1 yılını olabildiğince basit bir dille anlatıyor. Yönetmen filme hiçbir yorumunu katmamış. Olanları olduğu gibi izleyiciye göstermiş. İyi ki de öyle yapmış!
Öğretmen Emre, tayini çıktığı köyün koşullarının kötü olacağını bilerek giden ancak buna rağmen imkansızlıklara şaşıran birisi. Kim olsa şaşırır. Çünkü köyde musluklar bile akmıyor. Elinizi yıkamak için evinizden çıkıp köyün dışındaki kuyuya kadar gidip su çekmeniz gerekiyor. Ancak Öğretmen Emre buna rağmen yılmıyor, çünkü o vatansever birisi olarak bir şeyleri değiştirmek isteyen birisi…

Öğretmenin olumsuzluklar karşısındaki düşüncelerini, sıkıntılarını ve öğrencilerle anlaşamamanın getirdiği bunalımı, annesiyle telefonda konuştuğu sahnelerde öğreniyoruz. O gün yaşadığı üzücü bir olay karşısında düşüncelerini ve yaşadığı mutlu olaylar karşısındaki sevinçlerini hep bu sahnelerde görüyoruz.
Filmin en büyük derdi, devletin buraya el uzatmamış olması ve artık oranın Türkiye içindeki özerk bir bölgeye dönüşmesini anlatmak. Ayrıca hiç istismar yapmadan. Türkiye topraklarında yaşayan ve nüfusta Türk olduğu yazan ancak Türkçe dahi bilmeyen insanların ülkemizde bolca bulunduğunu, onların Türkçe’yi yabancı dil olarak görmesini oldukça naif bir dille anlatmış bizlere genç yönetmen.
Son zamanlardaki büyük yapımlar ve Recep İvedik gibi saçmalıklar izlemek yerine bu filme bir şans verin. Emin olun pişman olmassınız…

Hep Aynı!

Gönderen CineMarine on 16:26 yorum (0)

Cem Yılmaz’ın son filmi Yahşi Batı vizyonda! Bu filminde milyonlarca izleneceği ve yapımcılarının yüzünü güldüreceği belli. Peki ya izleyiciyi güldürecek mi, işte orası meçhul.



Cem Yılmaz’ın Vizontele’deki karakterinden esinlenerek yeni filmi GORA’da oluşturduğu Arif karakteri, Hokkabaz haricinde diğer filmlerinde kendini hep gösterdi. GORA’da Arif uzaya gidiyordu ve uzaydaki sisteme baş kaldırıyordu. Devam filmi AROG’daysa Arif bu sefer geçmişteydi ve tarihin daha hızlı gelişmesi için uğraşıyor, kötü adam Kaaya ve onun kurduğu mini imparatorluğa baş kaldırıyor, tarihi değiştirmeye çalışıyordu. Yeni filmi Yahşi Batı’daysa, Cem Yılmaz bu sefer bir Teşkilat-ı Mahsusa askeri. Padişahın emriyle, Amerika’ya iyi niyet göstergesi olarak çok kıymetli bir elması götüren diplomatı canlandıran Yılmaz’ın, Arif’ten farklı bir karakter çizmediği çok belli. Olayların gelişmesine bir göz atalım:



Aziz Bey ve Lemi Bey’in Amerika yollarında gittiği at arabası, her western filminde olduğu gibi bu filmde de soyulur ve bunlar yakın bir vahşi batı kasabasına sığınırlar. Geçinmek için kendilerini soyguncu yapıp birbirlerini yakalatan ikili, böyle geçinilmeyeceğini anlayınca kasaba’da ticarete soyulur. Ardından köye kolayı getirir, Türk Sporu olan güreş müsabakaları düzenler, türlü türlü sirkler düzenleyerek para kazanmaya çalışır. Ardından kasaba değişerek gelişmeye başlar.



Cem Yılmaz’ın Arif’ten fiziken kurtulmasına rağmen, zihnen kurtulamadığı çok belli. Ses tonu bile aynı olan Cem Yılmaz, GORA ve AROG’da olduğu gibi, bu filmde de evinden uzakta bir yere geliyor ve orada bir şeyleri değiştirmeye çalışıyor. Cem Yılmaz’ın diğer filmlerinden çok farklı olan ve tamamen özgün bir film olan Hokkabaz’ınsa bende yeri ayrı…

Çakma Kıyamet...

Gönderen CineMarine on 16:24 yorum (0)

''Bir gün birileri insanların gerçek hayatta felaket durumlarında nasıl davrandıklarını inceleyen, geçen her saniyenin ölüm ve yaşam arasındaki farkı belirlediği durumlarda karakterlerin aşk yaşamları üzerine uzun uzun diyaloglara girmediği daha gerçekçi bir felaket filmi çekebilir. Christopher Nolan’ın Kara Şovalye’sinin ve Watchmen’in sinema adaptasyonunun süperkahraman türüne yaptığı gibi. Felaket filmi türünün bu tür bir yeniden yaratımdan geçeceği günler gerçekten gelecek mi bilmiyorum. Fakat bildiğim tek bir şey varsa, o da bu olası felaket devriminin arkasında Roland Emmerich’in olmayacağı.''
Böyle yazmış, yazılarını çok beğendiğim beyazperde yazarı Oktay Ege Kozak. Ve bence kesinlikle haklı.

Roland Emmerich'in son alamet-i farikası 2012 vizyona gireli 1,5 ay oldu. Filmi izlemeye giden insanlar arasında da çok büyük tartışmalara sebep oldu.Sinemada çok film izlemeyen, sadece çok merak ettiği filmler olunca sinemaya giden kitle filmi çok beğenirken, sürekli film izleyen ve filmlere yalnızca patlama, aksiyon olarak bakmayan sinema izleyicisi filmi kayda değer bulmadı.



Bu filmi izledikten sonra aklınızda kalan tek şey, gördüğünüz yıkım sahneleri ve bolca bayat espri olacak. Bu filmin bu kadar beğenilmesinin sebebi de, bu güzel görsel efektleri zaten. Ancak görsel efektlerinin de çok fazla abartıldığını düşünüyorum. Zira filmdeki efektler kesinlikle Avatar gibi çığır açacak nitelikte değil. Hatta kimi sahnelerde sırıtıyor bile.
Filmde oyunculuk adına hiçbir şey yok. Mesela Kaliforniya'nın yıkıldığı sahnede ana kahramanlarımız limuzinle herkesin öldüğü ve kurtulmayı beceremediği büyük depremden binbir zorlukla kurtulup havalimanına gidiyor. Yahu, bu kadar yıkım, bu kadar ölüm görmüşsün. İnsanda hiç mi bir psikolojik baskı olmaz? Ancak karakterlerimiz yine espri patlatmasını biliyor.

Filmin bir diğer kötü yönü de klişeler bombardımanı olması. Filmi izlerken kesinlikle sizi meraka düşürmüyor. Değil bir adım, on adım sonra ne olacağını rahatlıkla tahmin edebiliyorsunuz. Mesela, kahramanlarımız Kaliforniya'daki depremden kaçarken, önlerine birçok zorluk çıkıyor ancak yine son anda bir yol bulup kurtuluyorlar. Yahu, önünüze bir engel çıksın, bir kaya çıksın, uçun bir, çığlık atın, araba kullanılamaz hale gelsin, birisi arkada kalsın. Ancak karakterler o kadar soğuk kanlı ki, bunların hiçbiri onları etkilemiyor. Binbir zorlukla havalimanına gelip uçakla gitmeyi planlıyorlar. Daha uçak havalanmadan havalimanı yıkılmaya başlıyor. Tam uçak düşecekken, bir anda uçak hızını alıyor ve havalanıyor, ardından iki binanın arasına geliyor. Tam çarptı diyoruz ki, tekrar ''sadece birkaç ders almış pilotumuz'' usta pilotların yapamayacağı bir manevrayla uçağı döndürerek çarpmasını engelliyor.



Filmde senaryo adına hiçbir şey yok. Tamamen klişeler yığını. Herhalde Roland Emmerich senaryoyu yazarken ''Oyunculara para vermek yerine 2. sınıf oyuncularla çalışalım, hiçbiri tanınmış olmasın, oradan kısalım, senaryoyu da klişelerle dolduralım ki izleyenlere daha çok heyecan versin, filmi tamamen yeşil ekran önünde çekelim, sırf aksiyon olsun, deli gibi para harcıyalım.'' diye düşünmüş olmalı ki, böyle sinemaya aktarılmaya çok müsait ve ustanın elinde mükemmel işlenebilecek bir senaryoyu, sakız gibi gevşete gevşete popcorn filmine dönüştürmüş olsa gerek.

Neyse, çok yazdım. Gitmek isteyenler gitsin görsün, eğlenebilirlerde, çünkü izleyen herkes için farklı sonuçlar doğurabilecek bir yapım. Ancak büyük umutlarla gittiğim bu filmde ben sadece çok sevdiğim Kurtuluş Günü filminin buzdolabından çıkarılıp 3.kez ısıtılarak önümüze sunulmuş bir versiyonunu gördüm karşımda. Sadece daha kötü bir senaryo, daha kötü espriler ve çok daha fazla bak ağrısı aldım bu filmden.

Neşeli Hayat...

Gönderen CineMarine on 16:23 yorum (0)

Bu film hakkında yazı yazmayı hiç düşünmüyordum. Çünkü film hakkında yapılan ağır eleştirilere tahamülüm kalmamıştı. Eğer yazı yazarsam, çok kötü şeyler söylemekten korkuyordum. Ama sonunda dayanamadım ve bu film hakkında yazmaya karar verdim.



Yeni yıla girmemize 1 ay kalmışken vizyona giren bu ülkemizin ilk noel baba filminin ne kadar güzel olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez. Peki neden bu kadar güzel? Film bir komedi filmi değil. Dram filmi asla değil. Aslında hayatın ne kadar mutlulukla ve acıyla iç içe olduğunu anlatan bir film. Her günü İstinye'de geçen, ancak işe geç kalmamak için otobüs'e yetişmeye çalışan birisi Rıza. Kurduğu lokanta iş yapmamış, karısının altınlarını bozdurup büyük umutla Neşeli Hayat ürünleri alan ancak bu ürünlerde elde kalınca, bir de işe ortak girdiği arkadaşlarıyla mahkemelik olan birisi. Ancak buna rağmen hayattan umudunu kesmemiş birisi aynı zamanda.



Bu filme giderken Vizontele gibi politik, Organize İşler gibi komik bir film beklemeyin sakın. Yoksa filmden umduğunuzu bulamadan çıkarsınız.Bu çok daha naif ve çok daha basit bir film.Ancak buradaki basitten kastımız basite kaçılmış olması değil, basit bir anlatımın tercih edilmiş olması.
Filmden espri yerine küçük gülücükler elde ediyorsunuz. Zaman zaman sizin sırıtmanızı sağlayan, kafanızı dinlendiren, hoş, şiirsel bir anlatıma sahip. Filmi izledikten sonra kafanız rahatlamış ve gördüğünüz tüm reklam ''godiklerine''(Yılmaz Erdoğan'ın bulduğu bir terim.) daha farklı bakmaya başlayacaksınız.
Benim diyeceğim odur ki, gidin ve yılbaşına sadece 3 gün kalmışken bu filmi izleyin ve kötü yorumlara kafanızı takmayın. O yorumlardan bazıları entellektüel gibi görünmek, bazıları muhalefet olmak ve bazıları da neye gittiği hakkında fikri olmadan sinemaya girildiği için yazılmış yorumlar çünkü.
''Hepi Kırismıs Türkiye, Hepi Kırismıs Rıza Abi.''

Seni bir yerden hatırlıyorum...

Gönderen CineMarine on 16:21 yorum (0)

King Kong



The Incredible Hulk

Joker...

Gönderen CineMarine on 16:18 yorum (0)


Geçen günlerde Kara Şövalye'yi tekrar izledim. Fakat bu sefer, daha farklı izledim. Önde olan olaylara değilde, arkada olan olaylara baktım. Kadrajın çekmediği ya da bulanık gösterdiği kısımlar dikkatimi çekti. Ve sinemada hayran kaldığım Heath Ledger'ın Joker tiplemesine, tekrar şaşırıp kaldım. Yahu bu nasıl bir oyunculuk? Kadrajda ya da yakın çekimde olup olmaması onun için önemli değil. O her yerde kendini gösteriyor. Batman'in onu ''Döverek'' sorguya çekmek için kapıyı kilitlediği sahne sırasında, Christopher Nolan haklı olarak hızlı bir kamera kullanmış. O sahnede Joker'e dikkatle baktım. Bir şey anlamanıza gerek olmayan, sadece bir şeyin olduğunu gösteren bir sahnede bile, Heath Ledger oyunculuğunun en iyi performansını göstermiş.

Heath Ledger'ı çok iyi tanıyan birisi değildim. Yalnızca Kara Şövalye'yi izlemiş, mükemmel bir performans görmüş ve ''Dünya büyük bir yeteneği kaybetti.'' deyip geçmiştim. Ancak filmi en son izlediğimde farklı şeyler düşündüm. Bu kadar yetenekli bir adamın diğer filmleri kötü olamaz dedim kendi kendime. Ve bu adama daha yakından bakmaya başladım. Ne kadar iyi bir baba olduğunu öğrendim. Karısını ne kadar sevdiğini ve sırf onun için uyuşturucudan kurtulduğunu öğrendim. Brockback Dağı'ndaki Ennis Del Mar gibi çok zor bir performansı(şahsi kaanatimce Joker'den daha zor.) ne kadar başarılı bir şekilde canlandırdığını gördüm. Ve Heath Ledger'ı çok yakından takip etmeye başladım. Şimdi yapacağım ilk iş, D&R'dan bulabildiğim kadar Heath Ledger filmi almak ve bu usta aktöre saygımı sunmak. Şimdi Johnny Depp için beklediğim The İmaginarium of Doctor Parnassus filmi benim için daha fazla önem kazandı. Heath Ledger'ın kafamdaki Joker imajı silindi. Umarım diğer herkes bunu başarabilir...

Farklı açıdan...

Gönderen CineMarine on 16:17 yorum (0)



Bu yazımızda, Johnny Depp'i Farklı özellikleriyle, madde madde ele aldık. Kaynak gösterilmeden yayınlanması suçtur, adli ceza gerektirmez...

1- Hollywood'un asi çocuğu, yakışıklı playboy dergisi kapak güzeli...
2- Joker'i Joker'den iyi oynayabilecek ender performans oyuncusu...
3- Kızların aklını başından alan ve birçok çiftin kavga etmesini sağlayan kişilik...
4- Eline içki şişesi yakışan ender oyuncu...
5- Yanık tenli Karayip Korsanı...
6- Oscarda sürekli hakkı yenen iki oyuncudan biri...(ilki Kate Winslet'tı, o da geçen yıl muradına erdi.)
7- Tim Burton ile 7 kez çalışma şerefine erişmiş şanslı insan...
8- Alis Harikalar Diyarında filmiyle oyunculuğunun doruk noktasına ulaşacağını düşündüğümüz, şahane oyuncu...
9- Vanessa Paradis ile evli ve 3 çocuk babası kişi...
10-Sürmenin en çok yakıştığı aktör...
11-Dünyanın en havalı insanı...
12-Bir dönem uyuşturucu da kullanmış ve ardından rehabiliteye girmiş kişi...
13-Kanser kızı için, evinde onu güldürmek için kız kıyafetleri giyecek kadar alçakgönüllü...
14-46 yaşında taş gibi 32 yaşında görünen aktör, kızları 60 yaşına kadar etkileyeceğini düşündüğümüz şahsiyet...

Dabbe hakkında...

Gönderen CineMarine on 16:15 yorum (0)

İlk dabbe filmi 2006 yılında vizyona girdiğinde, yer yerinden oynamıştı. Filmi çok beğenip korkanlar olduğu kadar, hiç beğenmeyip ''kahkahalarla güldük.'' diyenler de olmuştu. Öyle ya da böyle, dabbe sinemamız için çok önemli bir film, bu kesin.



Peki bu filmi sinemamız için bu kadar önemli yapan ne? İlk seri korku filmi olması mı? Bu da önemli bir adım ancak başlı başına bir sebep değil. Dabbe'yi bu kadar önemli yapan, sinemamızda daha önce kullanılmamış teknikleri sinemamıza kazandırmış olmasında yatıyor. Mesela dabbe'nin birinci filminde, sinemamızda daha önce kullanılmamış bir makyaj tekniği kullanılmıştı. Aynı zamanda sinemamız için ''rekor'' bir sayıda makyaj, kostüm ve imajmaker çalışmıştı. Dabbe 2'de ise, Dünya sinemasında bulunmayan bir teknikle duyma sınırının altındaki sesler kullanıldı.



Yeni filmdeki Boğaz Köprüsünün yıkılması, Yanan Cami gibi efektler ise sinemamızda daha önce hiç kullanılmamıştı. Bunları bir korku filminin kullanması bile takdire şayen.
Dabbe, sinemamıza bu kadar yenilik kazandırdığı için akıllarda kalmıyor, korkutmayı ya da biraz düşündürmeyi sağladığı için hafızalardan silinmiyor. Bunda da efektleri göz boyamak için değil, gerekli görünen yerlerde kullanmasının payı büyük.

İşin özü, gidin ve Dabbe'yi sinemada kendi gözlerinizle izleyin. Sizi korkutmayı ya da düşündürmeyi sağlayacağından eminim. Türk sinemasında daha önce görmediğiniz gelişmeler için bile görülmeye değer...