Sherlock Holmes

Gönderen CineMarine on 07:05 yorum (0)




Holmes, tam da çağının kahramanı. Bunu hem varolduğu kurgusal dünya, hem de yaratıldığı dönem itibariyle söylemek mümkün. Açılır kapanır köprüler gibi karmaşık teknolojilerde imparatorluğun boy gösterisine soyunduğu 19. yüzyıl sonları. Sıradan insanın aklına ermediği bu mimari harikalar bile halkın korkması için yeterli. Buna rağmen birileri çıkıp onların cehaletinden beslenmek, onları daha da korkutmak ve üzerlerinde tam bir kontrol sağlamak istiyor. Mantık azalırken, suç azalıyor, ya da tam tersi. Mantık adamı Holmes'un araya girdiği nokta da tam burası. En doğaüstü görünen şeyleri mantıklı biçimde açıklama hırsı, suçla mücadele çabasına, hatta dünyayı kurtarma çabasına bile ağır basıyor. Çelişkiye bakın ki, Holmes'un dünyasını hem büyülü kılan hem de zedeleyen şey de işte bu mantık saplantısı.

Yazıldığı dönemde edebiyata ağırlığını koyan gerçekçilik eğilimlerini 21.yüzyıl'da çekilmiş bir uyarlamasında hala sırtında taşıyor Holmes.Pek fiyakalı çalımlar atarak zekasına meydan okuyan baş kötü Lord Blackwood'un onca gayreti de, beklendiği üzere, onu şarlatana dönüştürerek noktalanıyor. Mark Strong'un mükemmel bir kibir ve güçle hayat verdiği Blackwood'u Dracula'ya benzetmek için dahi olmak gerekmiyor. Üst dudağından garip bir sivri diş çıkıntı yapıyor. Vücuduna cuk oturan, sert hatlara sahip koyu renk ve dil yakalı kıyafetler giyiyor. En önemlisi de, meşum anlarda ortaya çıkmadan önce, bir yarasa da değil de, bir karga görünüyor. Mezarından kalkması da asıl düğüm noktası tabii.Holmes masallarını iyi bilenlerin mantıklı açıklamasını çoktan bildiği bu düğüm noktasının en sona, hemde en görkemli sahneye saklanması biraz naifçe sayılabilir.

Blackwood,''Ölüm sadece başlangıçtır.'' diyor. Bunu demiyorsa, rakiplerini tehdit ederken öyle sözler sarf ediyor ki, kanınız donuyor. Ya da bir mezarlık bekçisi çıkıp ''Ölüler yürümeye başladığında, bu tabutlar canlılarla dolacak.''buyuruyor. Bir Holmes uyarlaması için, mükemmel replikler bunlar.

Robert Downey Jr., bir zamanlar sadece Tim Curry'nin sahip olduğu bir aurayla Holmes'a hayat veriyor. Soğuk, itici, tekinsiz, duygusuz ama diğer yandan da karşı konulmaz bir çekiciliği var. Arthur Conan Doyle'un tam da kitabında tanımladığı portre bu. Bir an bu karaktere büyü bile yaptırarak ihanet eder gibi görünüyorlar, ama ayrıntılara lütfen dikkat! Holmes büyüye bile sadece büyünün hurafe olduğunu kanıtlamak için başvuruyor. Ulaştığı aydınlanma, yaptığı ayinin bir sonucu değil, sürekli çalışan zihninin ipuçlarını biraraya getirmesinden kaynaklanıyor.



İki saatlik seyrin en keyifli yanlarından biri ise Holmes'un tümdengelim
yeteneklerinin yönetmen Guy Ritchie'nin sinemadaki tümdengelim marifetlerine ne kadar da cuk oturduğunu fark etmek.Biliyorsunuz, Guy Ritchie de hikayelerini anlatırken gözden kaçan ayrıntılara döner, makarayı bir ileri bir geri sararak akıl almaz bir entrikayı fevkalade inandırıcı bir sonuca bağlar. Burada da leziz kurgu yeteneğini Holmes'un düşünce akışına uyduruyor. Hatta Holmes gibi bir zekanın nasıl mantık yürüttüğünü analize bile kalkışıyor. Çıplak elle kıyasıya dövüşürken bile bir adamın düşünebildiğini iki müthiş dövüş sahnesiyle aktarıyor ki, dövüş sanatının her zaman bir akıl işi olduğunu felsefe edinmiş Bruce Lee bu sahneleri görseydi, muhtemelen takdir ederdi. Zaten Richie de tıpkı Lee filmlerinde onun hızını yakalayamayan kameraların yavaşlatılması gibi, Holmes'un olağanüstü çevik hareketlerini yakalamak için kusursuz ağır çekim tekniğine başvuruyor. Sadece aksiyon sahnelerinde değil, Holmes'un attığı adımlarda hiçbir boşluk bırakmak istemiyor. Bu yüzden de pek sıkıcı olabilecek bir ''akşam yemeğinde tanışma faslı'' sahnesini bile, Holmes'un karakterini ve benzersiz yeteneğini deşifre eden bir rus ruletine dönüştürüyor.

Hazır ruslardan da laf açılmışken, filmin 1920'lerin sonlarında tüm mitolojik hikayelerin aslında sadece hep aynı 7 karakteri ve 31 basamaktan oluşan hep aynı olay örgüsünü izlediğini ortaya atan Rus akademisyen, masalbilimci Vladimir Propp'u film boyunca anımsamamak imkansız. En azından masalbilimi teorisinin uygulamasında Ritchie kusursuz bir iş ortaya koyuyor. Eğer ''Aksiyon filmleri hep aynı 3 finalden birini içerir.'' teorisi gibi bir şey uyduracak olursak, yine bakmamız gereken yer de burası galiba. Klişenin ne zaman klişeden ibaret kaldığı, ne zaman keyifli bir geleneğin tekrarına dönüştüğünün cevabıysa, filmin genelinde saklı.

Notum:9/10

Ejder Kapanı

Gönderen CineMarine on 15:31 yorum (0)

Söz konusu Uğur Yücel olduğunda, beklentilerde yüksek oluyor tabii haliyle. Az ama öz düsturuyla hareket eden yönetmen-oyuncu, şu ana kadar çektiği 2 filmde de her açıdan belli bir başarı yakaladı. Durum böyle olunca, herkes Ejder Kapanı'nın mükemmel bir film olacağını düşünüyor. Tabii iddialı posteri, bıyıklı ve şiveli Kenan'ı ile Psikopat Nejat'ın da bunda payı büyük.
Neyse, daha önce Ejder Kapanı hakkında birkaç tahminde bulunmuştum. Filmi izledikten sonra, tüm beklentilerimin doğru çıktığını gördüm. Filmi izlemeye girerken bol patlamalı aksiyon sahneleri, çok yenilikçi bir senaryo beklemeyin. Filme Türk Sineması'nın geldiği nokta penceresinden bakarsanız ve beklentilerinizi düşük tutarsanız, Hollywood filmi olsa beğenmeyeceğiniz filmden çok büyük keyif alırsınız. Bu tarz filmlere yaklaşırken, biraz iyimser olabilmek gerek. Hollywood filmi gibi yaklaşmayın olaya. Daha çok, İstanbul sokaklarında geçen bir polisiye film olarak bakın.




Görsel efektleri için ayrı bir parantez açmak istiyorum. Görsel açıdan Türk sinemasındaki en iyi yapım diyebilirim rahatlıkla. Aksiyon sahneleri beklediğim kadar çok olmasa da kaliteliydi.
Son olarak diyeceğim odur ki, Uğur Yücel önceki filmlerinden kazandığı tecrübe ile Alacakaranlık serisindeki başarısını harmanlayarak, senaryo açıdan basit ancak kaliteli, Kurgu açısından sığ olan filme resmen can katmış. Oyunculuklarında payı büyük tabii. Sinemada izlenilmesi gereken bir film olarak düşünüyorum ben. Notumu da 8/10 veriyorum.

Kültür Savaşı

Gönderen CineMarine on 07:32 yorum (1)


Hep izlemek istememe rağmen, bir türlü izleyemediğim Babil'i sonunda bugün izledim. Bu sabah kahvaltı sırasında, uzun zamandır evde film izlemediğimi hatırlayarak arşivime, film seçmeye gittim. Babil, 1,5 senedir arşivimdeki yerinde duruyordu; ancak bir türlü izleyememiştim. Sebebini bilmiyorum ama, o zamanlar pekte ilgimi çekmiyordu sanırım bu tür. Neyse, hep aynı filmleri izlemekten bıktığım için aldım Babil'i, başladım izlemeye.

Kelebek Etkisi'ni en güzel işleyen filmlerden birisi bana göre Babil. Tek bir kurşunla birçok hayatın nasıl parçalandığını, hepimize bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Ergenlik çağı bunalımlarıyla hayatı bir hapise dönen Japon kızın hayat hikayesi ise, filmde benim en çok ilgimi çeken ve en çok üzen hikayeydi.

Filmi izledikten sonra, üzerinizde büyük bir ağırlık hissediyorsunuz. Belki de orada olan hayatlara dokunamadığınız için, onlara müdahale edemediğiniz için, bilmiyorum ama cidden kendisi bir garip hissediyorsunuz. Bunda oyunculuklarında payı büyük.

Brad Pitt, en güzel oyunculuk performanslarından birisini bu filmde göstermiş kesinlikle. Cate Blanchett biraz sönük kalmasına rağmen, kendisinden bekleneni veriyor. Kendi ülkelerinde epey ünlü olan Kôji Yakusho ve Gael García Bernal'in oyunculukları da çok kaliteli. Bakıcı kadın ile Japon kız ise(İsimlerini bilmiyorum, kusura bakmayın.) resmen döktürmüş.

Sonuç olarak, Cannes'da aldığı ödülü fazlasıyla hakeden bir film Babel. Alejandro González Iñárritu'nun da 21 Gram'dan sonraki en iyi filmi. Kesinlikle izleyin, izletim. Filme notumu da 9/10 olarak veriyorum.

Tarantino...

Gönderen CineMarine on 16:22 yorum (1)



En sevdiğim yönetmenlerin başında gelir Tarantino... Rezervuar Köpekleri, Ucuz Roman ile gönlümde özel bir yer edinmiş yönetmen, son filmi Soysuzlar Çetesi'yle gönlümde taht kurdu.
Yazdığı senaryoların mükemmelliği, filmlerinin kurgusu falan hep ayrı bir şeyler var bu yönetmende. Her filmiyle tam bir sinema aşığı olduğunu vurguluyor adeta. Soysuzlar Çetesi gibi referans filmleri çekerek kanıtlıyor bunu.
İlk filmiyle Cannes'da yakaladığı başarı, onu uluslararası bir alana taşıdı. Ancak her ne kadar bir filmin yönetmeni olarak anılmak istemese de, Ucuz Roman'ın yönetmeni lafı üzerine yapıştı hep. Her filminde bunu kırmaya çalışmasına rağmen, hep Ucuz Roman ile karşılaştırıldı. Ve hep Ucuz Roman daha iyi görüldü.
Bana sorarsanız, Soysuzlar Çetesi Tarantino sinemasının doruğa ulaştığı filmdir. İzlediğimde koltuğuma yapıştığım nadir filmlerdendir. Oyunculaklar da şahane. Brad Pitt'in aksanlı konuşması, Christopher Waltz'ın mükemmel oyunculuğu ile yan rollerin mükemmelliği, filmin seyir zevkini katlanarak artırıyor. Tarantino'nun başarısını da tabii.
Bir filmi izlemek için, Tarantino sözünün geçmesi yeterlidir benim için. Eli Roth filmlerini izlememe de hep o isim sebep olmuştur zaten. Kendisi Efsane yönetmendir, adını altın harflerle sinema tarihine yazdırmış ve sinemada birçok şeyi değiştirmiştir. Tarantino'nun iyi yapımlarını izlemek dileğiyle!

Seni sevmek ibadetim!

Gönderen CineMarine on 13:09 yorum (0)

Sinema dışında, pek gönderi paylaşmak istemememe rağmen, bu ahenki, bu güzelliği paylaşmadan edemezdim. Beşiktaşımın mabedi, kışın bir ayrı güzel be abicim.





Captain, Captain Jack Sparrow...

Gönderen CineMarine on 08:55 yorum (1)



"You will always remember this as the day that you almost caught Captain Jack Sparrow!"


En sevdiğim oyuncunun en sevdiğim performansı:Kaptan Jack Sparrow. Yakışıklı oyuncunun Oscar'a ilk adaylığını sağlayan filmdeki performansı harika. Nereden başlasam bilmiyorum. O garip hareketlerinden mi, yarattığı nev-i şahsına münhasır karakterinden mi, yoksa mükemmel aksanından mı?

İlk Karayip Korsanları çıktığında, sinemayla çok içli dışlı değildim. Zaman zaman gider, filmi izler, eğlenir, unutur giderdim. Bu filme de eğlenmek amacıyla gitmiştim. Ancak benim gibi biri için bile, Johnny Depp'in oyunculuk performansı hemen belli oluyordu. Oscar'da Seann Penn'e bu ödülü kaptıran Johnny Depp, izleyicilerin gönlünde oscar'ı kazanmıştı zaten.

İlk filmdeki Kaptan Jack Sparrow performansı, tüm diğer karakterlerden birkaç gömlek üstündü. Filmdeki birçok espri de bu karakter üzerinden yapılıyordu zaten. Jack Sparrow'un adadan kaçış hikayesi, kızlarla geçmişte yaşadığı olaylar falan oldukça yerinde ve güzel esprilerdi. Film bu kadar tutunca devamı da geldi.

Vay be, o günü hiç unutmuyorum. Çok sevdiğim ilk filmden sonra, ikinci filmi 50 gün boyunca sabırsızlıkla beklemiştim. Gün sayıyordum artık. Bileti alıp filmi izleyince, ilk filmden çok daha iyi bir film izlemiştim. Saf eğlence değildi bu sefer, ayakları yere sağlam basan bir de senaryosu vardı. Hele Jack Sparrow. İlk filmden çok daha hınzırdı bu filmde. Davy Jones ile yaptığı atışmalar, konuşma sahneleri, Kraken ile olan yüzleşmesi falan. Mükemmeldi. Büyülenmiştim resmen.



"Ladies! Will you please shut it! Listen to me. Yes, I lied to you. No, I don't love you. Of course it makes you look fat. I've never been to Brussels. It is pronounced "egregious". By the way, no, I've never actually met Pizarro but I love his pies. And all of this pales into utter insignificance in light of the fact that my ship is once again gone. Savvy?"


Çok büyük umutlarla beklediğim 3. film beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı belki, ancak yinede eğlenceli bir 2,5 saat geçirmiştim. Hem de daha fazla Jack Sparrow ve daha çok seyir zevki almıştım bu filmde.

Sinema Dünyası'nda en sevdiğim ilk 3 karakterden birisidir Jack Sparrow. Johnny Depp'e de bu rolüyle oscar'ı vermeyen Akademi'ye karşı da bende büyük bir kızgınlık sağlamıştır ayrıca. Sweeney Todd ile de oscarı Johnny Depp'e vermeyen Akademi, tekrar mükemmel bir karakter profili çizdiği şimdiden belli olan Alice in Wonderland filmindeki Çılgın Şapkacı rolüyle ona gecikmiş ödülünü vereceğini düşünüyorum. Umarım haklı çıkarım da, Johnny Depp sonunda hakettiğini başarır. Dördüncü Karayip Korsanları'nı şimdiden merakla bekliyorum!

Robin Hood(2010)

Gönderen CineMarine on 04:39 yorum (0)



Sinemada izlenilecekler listeme eklediğim film ''Robin Hood'', 14 Mayıs 2010'da vizyonda! Çocukken ne okurdum bunun kitaplarını be! Küçük boy, büyük boy dinlemez, birçok versiyonunu okumuştum. Her okuduğumda, ''ulan bu kitabında filmi harbiden güzel olur.'' diye düşünmeden edemezdim. 300 spartalı gibi vahşi bir filmin hayalini kurardım hep. Kolların, bacakların, kemiklerin havada uçuştuğu.

Efendim, filmin yönetmeni Gladiator'den tanıdığımız Ridley Scott. Bunun dışında Blade Runner, Hannibal, Kara Şahin Düştü, Cennetin Krallığı, Amerikan Gangsteri, Yalanlar Üstüne gibi çok kaliteli filmlerin de yönetmenidir kendisi. Oyuncu olarak da yanına Gladyatör'de Gladyatör'ü canlandıran Russel Crowe'u almış. Esas Kız olarak da oscar ödüllü ve birçok kaliteli filmde güzel rol kesmiş Cate Blanchett'i almış. Kendisini en son Benjamin Button'da Daisy rolüyle izlemiştik. Yan rollerde ise irili ufaklı rollerle William Hurt, Mark Strong, Oscar Isaac, Scott Grimes, Alan Doyle, Danny Huston ve Max Von Sydow var.



Filmin konusu şöyle:

13. yüzyıl İngiltere’sinde Robin Hood ve arkadaşları, yaşadıkları köydeki yozlaşmanın karşısına dikilmiş, krala karşı isyana kalkışarak güçler dengesini sonsuza kadar değiştirmişlerdi. Kimilerince hırsız, kimilerince kahraman olarak nitelenen bu mütevazi adam, kendi halkının özgürlük sembolü oldu. Kral Richard’ın ordusunda Fransızlara karşı hizmet verirken sadece kendi çıkarlarını düşünen Robin, Nottingham’a gittiğinde despot ruhlu şerifin baskısı ve ağır vergilerle inim inim inleyen bir kasabayla karşılaşır. Orada Lady Marion adlı dul bir kadına aşık olur. Ancak Lady Marion’ın, ormanlardan gelen bu adamın hareketleri ve kimliğiyle ilgili bazı kuşkuları vardır. Sevdiği kadının kalbini kazanmak ve kasabayı kurtarmak isteyen Robin, kendi yaşam tarzına uygun insanlardan bir çete kurar. Şerifin adaletsizliğini yok etmek için üst sınıftan işbirlikçileri teker teker avlamaya başlarlar. Robin ve adamları, hayatlarının en büyük macerasına yelken açarlar. Bu sıradışı kahramanlar ve müttefikleri, ülkeyi kanlı bir iç savaşın içine düşmekten kurtarıp İngiltere’ye bir kez daha zaferle döneceklerdir.